Kafede

Kafede
Photo by Gerry Roarty / Unsplash

O günlerden geriye bir acı tad kaldı ağzımızda.

Sayfalar dolusu şiirler yazar, sessizce öykülerimde kaybolurdum. Şimdi ne öyküler kaldı ne de şiirler. Kursağımızdaki heves dahi yok oldu gitti. Yaşlanmak mı bu yoksa kaldırabileceğimizden çok yorulup yavaş yavaş kendimizi tüketmek mi?
Kendi kabuğumuzda yanıyoruz. İçten içe yanıyor, dışarıdan baksan sapa sağlam durmaya çalışıyoruz. Bizim kimseyle paylaşacak acılarımız yok. Sade bize kadar yaşıyoruz kederi de sevinci de.

Memleketten binlerce kilometre uzakta soğuk bir ülkede, dandik bir alış veriş merkezinin ikinci katında, önümde bitmiş bir kahve bardağı, bir dilim kekten arda kalanlar. Artık kağıt kalem de kullanmıyorum yazı yazmak için. Tabletim ve onun gelişmiş tekno-sikinidirik kalemi. Neresinden baksan, hiçbir acının emaresi yok şu burjuva anında. Bizimkisi kendini kötü hissetme hevesi, gelgeç bir melankoli. Bir saat sonra çocuğu doğum günü partisinden alacak olan adam ben değilim sanki. Kimi kandırıyorum ki?

Yanda bir yürüyen merdiven sürekli tuhaf sesler çıkarıyor. Bu ülkenin dilini bir türlü öğrenemedim. Kızım ile eşim gayet güzel anlayıp konuşuyorlar. Şikayet etmiyorum. Bu dili anlamamak, en kalabalık zamanlarda bir sessizlik veriyor bana. Anlamayınca dikkati dağılmıyor insanın. Üç yaşlı insan az ötemde bir masada sesizce oturup kendilerine has usul ve biraz titreyen sesleriyle sakin bir sohbet içindeler. Sohbet sessiz. İki kadın ve bir erkek. Kuzey Avrupa insanlarının delici mavi bakışları var adamın yüzünde. Saçları beyazlayalı çok zaman olmuş. Yüzündeki kırışıklıklar tarihle yaşıt. Kim bilir o hangi dertlerin içinden geçip gitti ve işte burada, onun memleketinde, benimse annemin mezarından binlerce kilometre uzakta aynı kafede oturuyoruz bambaşka öykülerimiz ve dillerimizle. Adamın yanında ve karşısında iki akranı kadın. Acaba hangisi karısı? Yanındaki mi yoksa karşısındaki mi? Adam uzun boyundan bir şey kaybetmemiş ama gözleri öyle yorgun ki. Sanırım hiçbir zaman o denli yorgun bakmadım hayata. Kadınların ikisi de şapka takıyorlar.

Onların yanındaki masaya bir baba ve kızı oturdular.

Yaşlı adam masadan kalkmak için şapkasını taktı. Sonra sakince ve biraz elleri titreyerek sandalyesini yerine ittirdi. Küçük tepsisine kahve bardağını koyarak bulaşıkların bırakıldığı tezgaha doğru gitti. iki kadın adam ayrılır ayrılmaz kendi aralarında sessiz ama seri ilerleyen bir konuşmaya tutuldular. Belli ki dedikodu.

Etrafta her milletten insan var. Kahveleri yapan ve kasada duran adam uzak doğulu. Ancak ırkını tespit ya da tahmin etmeye çalışmak kaba ve ayıp, ırkçı bir davranış olurdu. Çocukken Japon diyip geçerdik hepsine. Yoktu hiç ard niyetimiz. Tertemiz çocuklardık hepimiz. Bizi önce gazete bayisinde en alta konan Bulvar gazetesi bozdu. Aslında tuhaftır. Evimizde Bulvar gazetesinin verdiği kallavi bir Kurtuluş Savaşı Ansiklopedisi vardı. Sonra öğrendim meğer eskiden iyi bir gazete imiş. Çetin serbest piyasa ve kapitalizm içerisinde hayatta kalabilmek için mecburen biraz baldır bacak farkıyla hayatta kalmaya çalışmışlar. Sonra bir de cep dergileri vardı. Muzr neşriyat.

Eğer benim gibi Rock müzik severseniz (eh bu kadar burjuva hikayenin altında biraz da Rock müzik elbet olacaktı.) Pilli bebek grubunun solistinin yan masada kızıyla oturup hiç anlamadığım bu dilden konuştuklarına yemin edebilirim.

Kendimi ben de çok sıradan ve monoton hissediyorum sanırım. Ama işte başka ne yapmalı, eski zamanlara nasıl dönmeli hiç fikrim yok. Şimdi gündüz düşlerinde farklı yaşamları yaşarken gittikçe kendi hayatımda sesizleşiyor, sıradan, monoton ve sıkıcı bir adam haline geliyorum belli ki. Hanım haklı. Kendimi eve kapattım uzun zamandır. O kadar kapadım ki, neyse işte.