Lemniscate

Lemniscate
Photo by freddie marriage / Unsplash 

Dışarıda sıcak ve saçma bir bahar havası. Yatak odasında kurulu portatif çalışma masası ve arkasında üstü çıplak, altında dandik mavi bir şortla oturan, ben. Geniş ve siyah bir masa. Neresinden baksan bu masa yatak odasının geri kalanıyla tezat. Ancak bu evde çalışabileceğim bir başka yere sahip olmadığımı düşünürsek, bir yere kadar katlanılabilir diyebiliriz. Arkamda güneşle ısınan kalın siyah perdeler odanın içini daha da çekilmez bir hale getiriyorlar. Perdeleri açsam, sevmediğim diğer pek çok şey kadar güneşi de sevmiyorum. Saat falan da takamıyorum mesela. Uzun telefon konuşmalarını, ortada bir sebep yokken insanları arayıp sormayı ya da gereksiz sohbetleri sevmiyorum. Saçma zorunlulukları sevmiyorum. Hayat, sevmediğim şeyler için vakit ayırmayacağım kadar kısa. Sevmediğim şeyleri yapmak zorunda olmadığımı yeni öğrendim, neredeyse kırk yaşımda.

Masam darmadağınık. Üstelik masanın üzerinde sevdiğim, mutlaka burada olmalı dediğim sadece küçük bir gitar figürü var. Geri kalan her şey, ben dahil, bu masada gereksiz. Bir köşede, can sıkıntısıyla yaptığım bir uçak modeli var. Bir yerde, eski bir bardağın içinde kalemler, silgi, tırnak makası falan duruyor. Bir iki parfüm şişesi. Notlarımı tuttuğum bir defter. Küçük bir oyuncak. Yarım kalmış bir heykel, üzerinde Gibson yazan siyah bir pena, boş bir kahve bardağı, bir ev figürü, tahta bir cetvel, gözlüklerimi silmek için kullandığım kocaman bir bez. Saçma sapan, aslında bir çekmecede beklemesi gereken şeyler. Benim gibi.

Bugün evden çalıştığım bir gün. Ben de çalışmam gereken zamanda oyalanıyorum.

Aslında dolapta küçük bir pervane duruyor. Çıkarıp çalıştırabilir, bu terleten pastırma sıcağına bir son verebilirim ama üşeniyorum işte. Yerimden kalkmak için hiçbir gayretim yok. Sandalye sırtıma yapışmasın diye öne doğru eğilmiş, bir şeyler yazıyorum. Hafif çakırkeyif. Ve alkolün etkisi geçmeden zihnimdekileri çıkarıp ortaya koyabilmenin derdindeyim.

Biraz önce, yani herhalde bir yarım saat kadar oluyor, düşünceler bir çöl fırtınası gibi vurdular yüzüme. Düşünceler mi demeli buna yoksa hatıralar mı? Ya da hayat mı? Bilmem? Bunu nasıl anlatmak gerek emin değilim. Yani aslında aklımdan geçen düşünceleri biliyorum. İsmimin anlamı kadar net biliyorum üstelik. Ama işte, bahsetmek güç. Zor olan anlatmak değil aslında. Bir şeyleri tarif etmekle ilgili hiçbir zaman güçlük çekmedim. Sadece, başlayamıyorum anlatmaya. Bir seri katilin itiraf-namesi gibi hatıralarım. Dolabımda dolu cesetler, kırdıklarım, yaşadıklarım, anlatmadıklarım. Anlatamıyorum işte. Oysa, üzerine düşününce, en nihayetinde doğruları seçtim diyorum. Sonra gene siliyorum defalarca. Belki de buna değinmek gerek. Anlatsam, çıkacak içimden. Rahatlayacağım. Beni denizin derin kum ve kayalarına çakan çapayı geride bırakacağım. Yelken açacağım bir başka ufka.

Ben kendimi hiç sevemedim ki.

Ben hikayemi anlatmaya kötü olan yanlarımı kabul ederek başlıyorum. İyi ya da kötü insanlar yoktur. Sizin hikayenizdeki kötü adam, bir başka hikayenin kahramanı olabilir.

En çok da beni sevenlerin kötü adamı oldum ben.

En doğrusu bu diyorum şimdi. Bunları, aklımdan geçenleri, bu karanlığı, bu yorgunluğu birilerine anlatıp sonra susmalıyım aslında.

Ama işte hava çok sıcak bugün. Perdeler dökme demir sobalar gibi terletiyorlar. Sıkıcı bir gün. Üstelik yapmam gereken çok iş var. Ve ben burada vakit öldürüyorum.